TUZULARIN YAZ TATİLİ
- Berat Tuna Karlı
- Sep 5, 2024
- 18 min read
Birinci Durak: Antalya
25 Mayıs 2024
Öğlen vakti Ceyda ile beraber Aspendos'a vardık. Öğleden sonra saat 4 gibi güneşin altında orkestrasız prova aldık. İğrenç, döner olup olmadığı meçhul olan bir sandviç yedik. Bedava diye ay çekirdek kahve içtik. Akşam Aspendos'ta Levent Yüksel ile birlikte konser verdik. Sesimiz pek duyulmadı ama Aspendos'ta sahneye çıkmak müthiş bir deneyimdi. Konseri sahneden seyrederken özellikle Aspendos'u dolduran seyircinin telefonlarını, flaşlarını açarak "Zalim" şarkısına eşlik edişini izlemek büyüleyiciydi. Konser sonrası Levent Yüksel'le fotoğraf çekindik. Paramızı da eksik aldık ama üzülme karabaş!
Aynı gece İzmir'e gitmek üzere yola çıktık. Arabada Batu, Ceyda, Azra ve Berat vardı. Berat'la altı saatlik yolu üç üç paylaşırız ve arabayı rahat rahat kullanırız diye konuşmuştuk. Amma velakin Azra arabayı sadece bir buçuk saat kullandı. Berat garibani gece vakti tüm yol arabayı kullanmak zorunda kaldı. Ben yolda çar çar konuştum. Neredeyse hiç susmadım. Yolda Türkçe rap ve bir sürü eski pop şarkısı dinleyip bağıra çağıra eşlik ettik. En son Berat'la uzun zamandır üzerinde çalıştığımız İsmail YK "Bombabomba.com" düetimizi arkadaşlarımıza sergiledik. Zor da olsa sabah saat yedi civarında İzmir'de outletlerin olduğu bir alışveriş merkezinin otoparkına arabayı çekip iki saat kadar uyuduk.
İkinci Durak: Konak Karapınar, İzmir
26 Mayıs 2024
Sabah çok aç olduğumuz için hazır İzmir'e gelmişken bir kumru yiyelim diye düşündük. İnternetten konser vereceğimiz Adnan Saygun Sahnesi'ne on beş dakika mesafede açık bir kumrucu bulduk. Dört kişi olmamıza rağmen bir Allah'ın kulunun aklına arayıp bu saatte kumru çıkmış mı diye sormak gelmedi. Kalkıp kumrucuya gidince kapalı olduğunu görüp tıpış tıpış geldiğimiz yere geri döndük.
Hemen ardından koroyla prova yaptık. Provadan sonra Ahmed Adnan Saygun Konser Salonu'nda Pulse ile beraber ilk konserimizi verdik. Berat'la kendi kurduğumuz koronun ilk konserini vermiş olmanın verdiği haklı gurur ile el ele tutuşup İzmir semalarında gözümüzün gördüğü en uzak noktaya bakarken "İsmet 12 Adalar'ı nasıl kaybetti amk" dedik.
Konseri dinlemeye aşkımızın başlangıç noktası olan TRT Ankara Radyosu Çoksesli Gençlik Korosu'ndan Sinem, müstakbel kocası Hasan ve günahımız kadar sevmediğimiz ve pek de tanımadığımız dostlarımız gelmişti. Hep beraber Allah'ın cezası bir yerde sokağın ortasına masalar düzdürüp kumru yedik. Sonrasında yakın bir dost olan Arın Tarhanacı ile görüştük, Tarhanacı Berat'ı gördüğü için çok sevinmişti. Bu sevinç Berat'ın başına geleceklerin habercisiydi. Masada Berat ve Tarhanacı bir süre sohbet ettiler. Bu sohbet sonrasında Berat hiçbir zaman eskisi gibi olamayacaktı. Maalesef Tarhanacı illeti Berat'a nüfuz etmişti. Berat iki gün boyunca kendine gelemedi.
Kumru yedikten sonra TRT'dekilerden ayrılıp Urla-Karaburun arasında bulunan Karapınar köyümüze doğru yola çıktık. Kaldığımız Airbnb neredeyse denize nazır iki katlı müstakil bir evin teras katıydı. Alt katta yaşlı bir amca, eşi ve köpekleri kalıyordu. Evin üst katına çıkmak için evin dışına bir prefabrik merdivenle ek giriş eklenmişti. Kaldığımız eve çıkmak için bu oldukça yüksek, paslı ve dar merdiveni kullanmamız gerekiyordu. Berat merdiveni görünce biraz ürktü. Düşündü. Ankara'ya geri dönmeyi tarttı. O an yakalandığı Tarhanacı illeti de yardımcı olmuyordu. Yine de hep beraber yukarı çıktık. Akşam bardaktan boşanırcasına yağmur yağıyordu. Bira aldık. Ceyda bize domino taşlarını poker pulu olarak kullanarak poker oynamayı öğretti.
Üçüncü Durak: Karaburun, İzmir
27 Mayıs 2024
Sabah uyanıp Karaburun'a doğru yola çıktık. Üçümüz de uzun zamandır ilk defa denize girecektik. Yolda Bursa tahinlisi ve boyoz yedik. Sonra markete uğrayıp bolca bira, kuruyemiş ve atıştırmalık aldık. Karaburun'da Bodrum Koyu'na vardık. Hava rüzgârlıydı. Fazla insan yoktu. Sahilde şemsiyenin altına oturup bira içip sohbet ettik. Keyifliydi. Sonra denize girdik. Sahil kum değil taşlıydı. Deniz soğuk ve dalgalıydı. Ama yine de çok eğlendik. Kıyıda dalgalarla oynadık. Denizde uzunca vakit geçirdik. Sonra yine kıyıda güneşlendik. Türkçe pop dinledik. En çok Serdar Ortaç dinlediğimizi hatırlıyorum. Birbirimizin fotoğraflarını çektik. Hep beraber de fotoğraf çekildik. Hatta ben Berat'ın poposuyla da fotoğraf çekindim.
Sahilde güzelce yuvarlandıktan sonra karnımız acıktı. Karaburun'a kadar gelmişken rakı balık yapmak istedik. Zaten Sinem de öncesinde rakı içip balık yiyebileceğimiz bir yer önermişti. Sinem'in önerdiği yer Ergin Pansiyon'un restoranıydı. Aslında öncesinde arayıp rezervasyon da yaptırmıştık ama arabayı park edip yürüyerek pansiyonun önüne varınca nedense oraya gidesimiz gelmedi. Onun yerine burnumuzun dikine hareket etmeye karar verdik. Sahilde biraz daha ilerdeki İsmet'in Yeri isimli şalas restorana gidip denize nazır bir masaya oturduk. Restoranın kapısındayken restoranın sahibi hemen kapıdaki dondurucuyu açıp o gün taze tuttuğu balıkları bize gösterdi. Biz de aralarından iki tane balık sipariş verdik. Hangi balıkları sipariş verdiğimizi tam hatırlamıyorum (aşkım hafızam güçlü ama o kadar da değil yani sen de abartın ama sanki barbun mu söylemiştik? Aaa şimdi hatırladım kalamar söylemiştik. Hatta kalamarın yanındaki tarator sosunu küçük külah gibi bir şeyin içinde getirmişlerdi.) Balığın yanında birkaç tane de meze sipariş verdik. Mezelerden en çok reyhan enginar salatasını beğendik. Zaten ilerde de göreceksiniz, bu gezide yarın yokmuşçasına enginar tükettik. Ceyda, Berat ve ben mezeler ve balıklar yiyip tatlı tatlı muhabbet ettik. Böyle deniz kenarında rakı içip muhabbet etmek biz çorak topraklardan gelen Ankara insanları için ayrı bir keyifli oldu.
Yemeğimizi yedikten sonra Karapınar köyümüze döndük. Ceyda eşyalarını topladı, sonra hep beraber Ceyda'yı İzmir otogarına götürmek için yola çıktık. Ceyda'yı otogara bırakıp vedalaştık. Ceyda'yı uğurladıktan sonra biz Berat'la beraber Karapınar'a geri döndük. Hem yol uzun hem de deniz yorgunu olunca ayıptır söylemesi ben yine su aygırı gibi tüm yol uyudum, Berat'ım da arabayı kullandı (Allah beyimi başımdan eksik etmesin).
Dördüncü Durak: Urla, İzmir
28 Mayıs 2024
Sabah biraz daha geç uyandık. Öncesinde bir ara markete uğrayıp peynir, zeytin, yumurta ve biraz da mantar almıştık. Sabah Berat'la kendimize mantarlı omletli güzel bir kahvaltı hazırladık. Yanına da çay demleyip kahvaltımızı yaptık.
Urla'da birçok şarap bağı olduğunu duymuştuk. Bugün şarap tatmaya karar verdik. Zira, ikimiz de güzel şaraba baba evinden alışıktık. USCA şarap bağlarına gitmek için yola çıktık. Urla, Karapınar köyüne kıyasla İzmir'e daha yakın bir konumda ve köyümüze yaklaşık 20-25 dakika mesafedeydi. Karapınar-Urla arasındaki otobanlara benzeyen yolu bitirip Urla'daki şarap bağlarının, çeşitli tarlaların ve çiftliklerin olduğu yere varınca Urla'ya hayran kaldık. Yan yana yemyeşil yaz renklerinde bir sürü tarla, bağ bahçe vardı. Bu bahçelerin içlerinde çok güzel evler vardı. USCA şarap bağı da böyle bir yerdi. Bir şarap bağının ortasında taştan bir yapıydı. Çok güzel bir bahçesi vardı. Bahçede oturup sipariş verdik. Bizimle inanılmaz kibar -hatta galiba bizim için bir tık fazla kibar- kel bir adam ilgilendi. Altı kadeh farklı farklı şaraba kişi başı 400 lira verdik. Valla fiyat bize iyi geldi. Böyle ilk bir etkinliğe az para harcıyormuşuz gibi hissedince keyfimiz yerine geldi.
Şaraplarımız gelince bizimle ilgilenen adam her şarap kadehini daha önceden bize verdiği broşürü açıp üzerine koydu. Broşürde bize getirilen her şarabın açıklaması vardı. Kadehleri de her şaraba özel açıklamaya denk gelecek şekilde yerleştirdi. Ayrıca şarapların yanında ikram olarak da eski kaşar, galeta ve kuru meyveler getirdiler. Sonra bizimle ilgilenen adam (adam deyince bir tuhaf oluyor ama bence garson da değildi yani ne yapayım) bize şarap tadımı öncesinde ağzımızı suyla nötralize etmemiz gerektiğini anlattı. Şarabı koklayınca meyve kokuları mı, odunsu kokular mı, çiçek kokularını mı yoksa baharat kokularını mı aldığımızı sordu. Şimdi dürüst olmak gerekirse ikimiz de pek bir koku almadık ama ben çift olarak gelişeceğimizden ümitliyim. Di mi aşkım? Sonra şaraptan bir yudum alınca şarabın tadını en çok damağımızın neresinde hissettiğimizi sordu. Bu soruyu sanki daha iyi kotardık. Adam şarapları anlatırken bir ara "bu daha yuvarlak hatlara sahip bir şaraptır" deyip eliyle bir şeyleri avuçlar gibi bir hareket yaptı. Buradan çıktıktan sonra paso bu hareketi yapıp yuvarlak hatlarla dalga geçtik. Tattığımız şaraplardan en çok USCA Sonnet 8 Blush isimli pembe şarabı beğendik. Gerçekten kırmızı meyveli bir tadı vardı. Aslında bir şişe alacaktık, sonra kıyamayıp köpek öldürenden devam etmeye karar verdik. Yine de beraber şarap tatmak çok eğlenceliydi.
Şarap tadımından sonra Urla merkezine gidip sokaklarında biraz dolaştık. Güzel sokakları olan bir sahil kasabasıydı. Urla'da yaz mevsiminde enginar çok yetiştiği için enginarla alakalı her şey vardı. Sokaklarda her sahil kasabasında olan incik boncukçular, kıyafet dükkanları vardı. Bununla beraber, ikimiz de Urla'yla alakalı en ünlü şeyin gastronomisi olduğunu merkezinin sokaklarında gezince daha iyi anladık. Urla'da birbirinden farklı konseptte ve yeni şeyler deneyebileceğimiz birçok restoran, tatlıcı, kafe, kahvaltıcı, fırın vardı. Bu yerlerin önünden geçerken bademli kazandibi yapan birini gördük. Bir porsiyon paket yaptırdık. Ben daha öncesinde enginar tatlısı diye bir şey olduğunu duymuştum. Bir yerde bulduk, hemen oturup bir tane söyledik. Açıkçası pek bir halta benzemiyordu. Üstüne üstlük bir adet enginardan 250 lira aldılar. Hem lezzet hem de pişirme tekniği olarak kabak tatlısına benziyordu. Yine de denemedik demeyiz.
Urla'da dolaştıktan sonra köyümüze dönüp akşam yemeği için hazırlandık. Ben kaç aydır hep görüp duyduğum OD Urla'ya gitmek istiyorum diye benim Bey rezervasyon yaptırmıştı. Sadece rezervasyondan bile öküz gibi para almışlar. Ula fine dining senin neyine be kızım. Neyse süslendik püslendik vardık mekana. Restoran çok güzeldi, baya da lükstü. Berat oturur oturmaz arkamızda Selçuk İnan diye bir herifin oturduğunu söyledi. O kim mk dedim. Meğer ünlü futbolcuymuş. Çaktırmadan Berat'la Selçuk İnan'ın fotoğrafını çektim. Daha sonra garson yanımıza geldi. Menü çift seçenekliydi. Ya fiks tadım menüsünü alacaktık ya da kendimiz başlangıç, ara sıcak, ana yemek ve tatlıdan bir menü oluşturacaktık. Garsona tek kişi tadım menüsüyle doyar mıyız diye sorduk. Doymazsınız dedi. Biz de o zaman bir tadım menüsü bir de kendi oluşturduğumuz menüden alalım dedik. Demez olaydık. Meğer iki farklı menü söyleyince önümüze gelecek yemek sayısı bir anda bin beş yüze çıkmış. Hem de bir tadım menüsüyle hayli hayli doyarmışız. Önümüze art arda elli tane ne olduğunu anlayamadığımız yemek gelip gitmeye başladı. Her yemeğin gelmesinden sonra iki saniyede küçücük tabaktaki yemeği hüpletip öteki yemeğin gelmesini beklemeye başladık. Normalde garsonlar her yemekte masaya gelip yemeğin içeriğinden bahsediyorlardı. Bize de bir iki bahsettiler ama sonra galiba fukara olduğumuzu anladıkları için ondan da vazgeçtiler. Yemeğin sonlarına doğru çalışanlar tarafından da iyi bir muamele görmediğimizi hissetmeye başladık. Öyle bir curcunanın içinde kaldık ki doğru dürüst ne yediğimizi de hatırlamıyorum. Sadece enginarın kalbi, kendisi, yaprağı, köpüğü ve başka ne kadar uzvu varsa yediğimizi hatırlıyorum. Allah var yemeklerin tadı güzeldi. Yemekler farklıydı. Ama çok fazla ve çok çeşitli oldukları için tadını alarak yiyebildiğimizi düşünmüyorum. Hatırladığım yemekler: limon soslu değişik bir karides, levrekli bohça gibi bir şey, sucuklu pastırmalı gnocchi, güzel soslu kalın bir steak, tiftik kaburgalı bir şey, tahin pekmez dondurma, değişik bir lokum. Bunlar dışında da sayısız yemek vardı. Yemeğimizi bitirdikten sonra bir de bir tomar bahşiş verip usulca köyümüze geri döndük.
Önceki akşamki OD Urla deneyimimizden sonra sabah kahvaltımızı evde mantarlı omletimizle yaptık. Kahvaltıdan sonra Berat'la yatakta yan yana otururken Berat tatlı tatlı yanıma geldi. Çeşitli şebeklikler yaparak sana bir şey söyleyeceğim dedi. Sonra beni yanına oturttu. Yüksek lisansa gideceğim için sanki yangından mal kaçırır gibi evlilik işine girmenin içine sinmediğini, bununla beraber hayatını ölene kadar hep benimle geçirmek istediğini söyledi. Sonra bana bu günün anısına aldığı altın kolyeyi hediye etti. Ben gerçekten çok mutlu oldum. Çünkü Berat bana her zaman yerin kırk kat dibinde saklı bir elmas veya okyanusun dibindeki inci tanesi gibi geliyor. Onun kıymetini benden başka biri anlayacak, onun güzelliğini benden başka biri görecek diye çok korkuyorum. Hep ama hep bana ait olsun istiyorum. Onun da bana gelip hayatını benimle geçirmek, benimle yaşlanmak istediğini söylemesi şu dünyada beni en çok mutlu eden şey oldu. Çünkü ben de şu dünyadan ondan başka bir şey istemiyorum. O yüzden hâlâ o anı hatırladığımda dünyadaki tüm derdimi tasamı unutuyorum.
Hayatımda en mutlu olduğum sabahlardan birinden sonra evden öğleden önce çıkıp Alaçatı'daki Kleopatra Koyu'na gittik. Arabayı park edip koya üstten bakınca bile büyülendik. Ağzımız açık kaldı. Deniz çarşaf gibiydi ve ince kumlu tertemiz bir sahili vardı. Sezonda gitmediğimiz için kalabalık da değildi. Kumun üzerine sandalyelerimizi ve şemsiyemizi koyduk. Gel keyfim gel, önce biraz bira içip sohbet ettik. Berat kendine puro almıştı, onu yaktı. Denizi seyrettik. Biz orada demlenirken yanımızdaki falezin eteklerinde bir grup insan moda çekimi yapıyordu. Sonra biraz denize girdik. Denizde beraber oynadık. Birbirimize sarıldık, şakalaştık. Denizden çıkınca kıyıda kumlardan piramitler yaptık. Çok tatlı bir köpek yanımıza geldi adını Caesar koyduk. Onu sahiplenmeye karar verdik. Kleopatra Plajı'nda beraber vakit geçirmek çok güzeldi. Hiç derdimiz tasamız yoktu ve sadece mutluyduk.
Denizden sonra yine köyümüze dönüp Urla'da Michelin yıldızı almış başka bir fine dining restoranı olan Vino Locale'ye gittik. OD Urla'ya göre çok daha küçük bir arazi üzerine kurulmuş küçük bir taş ev ve bahçesindeki birbirini hiç rahatsız etmeyen az sayıda masadan ibaret bir restorandı. Sahipleri İstanbul'daki hayatlarını bırakıp Urla'da bir arazi satın alıp bu restoranı inşa eden bir çiftti. Hem ambiyans, hem çalışanların güler yüzlülüğü hem de restoranın menüsü çok iyiydi. Garsonlar masamıza her getirdikleri tabakta bizimle çok keyifli bir şekilde sohbet ettiler. Yemekler de çok lezzetliydi. Söylediklerine göre menü aylık olarak değişiyormuş. Her ayın menüsünde de başlangıç, ara sıcak, ana yemek ve tatlılarda bir iki seçenek oluyormuş. Böylesi bizim için çok daha keyifli oldu. Hem seçeceğimiz şeyde zorlanmadık hem de yemeğe boğulmadık. Yediğimiz şeyin gerçekten tadını çıkardık.
Menüde muhammaralı ve karpuzlu bir kanepe, (bir kanepe daha vardı sanki ama ne olduğunu hatırlayamadım), enginar turşusu suyunda kişniş çiçekli lakerda, çok lezzetli bir dana yürek, ıspanaklı güzel bir lazanya vardı. Ayrıca yemeklerin soslarına banmamız için zeytinyağlı kekikli ve ekşi mayalı tazecik ekmekler getirdiler. Ekmek inanılmaz lezzetliydi. Tatlı olarak da dut likörlü dondurmalı bir tatlıyı Berat'la bölüştük. En son da ikram ettikleri aromalı çaydan içtik. Bu restoran Urla'da tarlanın ortasına kurulduğu için bi ara bi tezek kokusu geldi. Yan masamızda bir hanim teyze garsona "ayyyy burası biraz köy koktu." dedi. Bir süre keh keh keh diye bununla dalga geçtik. Yemek yerken de bol bol sohbet ettik.
Tekrar tekrar yasamak isteyeceğim bir gündü.
Altıncı Durak: Şirince, İzmir
30 Mayıs 2024
Sabah Şirince'ye gitmek için yola çıktık. Selçuk, İzmir'in en güneyinde kalıyordu ve bizim köyümüze yaklaşık 2 saatlik bir mesafedeydi. İzmir'in coğrafyası gerçekten tuhaf. Şirince köyü, ilçeden içeri girince Kayzer Dağı'nın eteklerinde konumlanmıştı.
Arabayı park ettikten sonra köyün sokaklarında dolaşmaya başladık. Evlerin neredeyse tamamı Rumların yaptığı beyaz renkli eski köy evleriydi. Her sokakta Şirince şarabı satan dükkanlar vardı. Hemen bir tanesine girip şarapları denedik. Küçük shot bardaklarında ikram ediyorlardı. Muzlu, böğürtlenli, kavunlu, çilekli, mangolu, kahveli yani akla gelebilecek her aromadan şarap vardı. Şarapların suni meyve özütleri ve alkolle karıştırılarak yapıldığı anlaşılıyordu. Bu sebeple Şirince'nin şaraplarını hiç beğenmedik.
Köyün merkezinde bir süre yürüdük. Eski kiliseye çıktık. Ara sokaklara tırmanıp fotoğraf çekindik. Daha doğrusu ben poz verdim, eşim sağ olsun boy boy fotoğrafımı çekti. Kumda Türk kahvesi içtik. Bir ara bir yere oturup gözleme yedik. Sonra neden olduğunu hatırlayamadığım bir sebeple kavga ettik. Hatta küstük. Ben anahtarı alıp eşimin ailesinin kullandığı arabayı alıp Ankara'ya kaçmaya teşebbüs ettim. Ancak arabanın geri vitesinin nasıl çalıştığını çözemediğim için arabayı yerinden oynatamayınca bu planım suya düştü. Sonra bir şekilde barıştık. Zaten muhtemelen yine ben haksızdım.
Eğer bu yazıyı eşim dışında okuyacak biri çıkarsa onun için yazıyorum: Allah eşime peygamber sabrı vermiş arkadaşlar. Gerçekten çocuk kaç senedir benim nazımla niyazımla uğraşıyor. Ben Allah olsam bu biçare kulu kesinlikle cennetle mükafatlandırırım.
Daha önce haftalık sohbetlerini hep YouTube'dan takip ettiğim Sevan Nişanyan'ın Şirince'de kendisine Kayzer Dağları'nın tepesinde bir kaya mezarı yaptırdığıyla ilgili bir yazısını okumuştum. Şirince'nin sokaklarında dolaştıktan sonra bu kaya mezarını görmek için köyün merkezinden dağların olduğu kısma saptık. Arabayla bir süre gidip araç yolunun bittiği yerde arabayı park ettik. Sonra haritayı takip ederek yürüyüp kaya mezarının olduğu yeri bulduk.
Görünce ikimiz de çok şaşırdık. Çünkü kaya mezar dağın tepesinde tek başına sanki çok eski zamanlardan günümüze miras kalmış gibi duruyordu. Halbuki adam bu mezarı belki bundan 15 sene önce Kürt işçilere yevmiye vererek kendisi yaptırmıştı. Dağı kendileri oymuşlar, gerekli malzemeyi dağa katırlarla çıkartmışlardı. Adam bir Ermeni olarak ne devletten ne askerden izin alarak Türkiye'de kendi adına bir kaya mezar yaptırmıştı (ne büyük bir meydan okuma!). Kaya mezarın hikayesini mezarın olduğu dağın önünde durup mezara karşı yan yana tekrar okuduk. Hatta ben bir ara dağa çıkıp yakından görelim diye de ısrar ettim ama eşim haklı olarak beni vazgeçirdi.
Anıt mezarı gördükten sonra bir de Sevan Nişanyan'ın oğlu ve kendisi gibi birkaç insan tarafından kurulan Arkhe projesinin yapıldığı yeri görmek, belki birkaç insanla tanışıp bilgi almak için yola çıktık. Yolda Nesin Matematik Köyü'nün aşağı kısmını görüp durduk. İçeri girip etrafta biraz dolaştık. Yine Ali Nesin ve Sevan Nişanyan tarafından kurulan Tiyatro Medresesi'ni gördük. Ama etrafta başka kimseye rastlamadık. Biz de Nesin Matematik Köyü'nün yanında bir alanda yapılan Arkhe projesinin olduğu yere doğru tekrar yola koyulduk.
Arkhe projesi, dünyadaki eğitim sistemlerine alternatif oluşturmak ve daha insani eğitim metotları geliştirmek amacıyla kurulmuş bir eğitim kolektifiydi. Zeytinliklerin içinde çok güzel taş binaların olduğu bir alanda kurulmuştu. Devasa basamakları olan mini amfi gibi açık hava sınıfları vardı. Eğitim kampüsüne girdiğimizde de önce kimseye rastlamadık. Sonra biraz daha içeride dolaşınca insanlar olduğunu gördük. Yaşları genççe ve biraz marjinal duran tiplerdi. Terasa benzer bir yerde masanın etrafında oturuyorlardı.
Yanlarına gidip selam verdik, onlar da selamımızı aldılar. Aralarından bir kız bir anda çok içten bir şekilde "Yavru kedi sevmek ister misiniz?" diye sordu. İsmi Duru'ymuş. Biz de "Ehehehe, tabii isteriz" dedik. Önlerinde oturdukları taş binadan içeri girip yavru kedileri sevdik. Ben o arada biraz projeyle ve projede gönüllülük yapmakla alakalı sorular sordum. Kız da elinden geldiğince cevapladı. Kendisi bu sene hem yazın hem kışın Matematik Köyü'nde kalmış. Yazın kalabalık olan bir yer ama kışın bu dağın bağrında tek başına ne yaptığını merak ettik.
Bize "Matematik Köyü'nü gezmek ister misiniz?" diye sordu. Biz de tabii ki kabul ettik. Matematik Köyü'ne yürüdük. Kocaman bir yerdi. Tüm binalar taştan ve ağaçların ve bitkilerin içerisinde gizlenmiş gibiydi. Dış dünyadan izole, kendi içerisinde çok hoş bir dünya gibiydi. Her sokağın ve binanın kendine özel ve espirili bir adı vardı. İçeride sayısız derslik, yatakhane, yemekhane, amfi, saat kulesi hatta hamam bile vardı. Ayrıca kocaman bir kütüphane vardı. Kütüphanenin adı da Sevan Nişanyan Kütüphanesi'ydi. Buradan da çok etkilendik. Ben burayı görünce hemen kendi köyümü kurma projelerime başladım. Matematik Köyü'nden çıktıktan sonra bu sefer de Şirince'nin bir ucunda kalan ve Sevan Nişanyan ve eski eşi Müjde Tönbekçi tarafından kurulan Nişanyan Otel'e akşam yemeği yemeye gittik. Otel belki de hayatımızda gördüğümüz en güzel oteldi. Dağın eteklerinde yan yana duran eski Şirince evlerini restore ederek bir araya getirip bir otel yapmışlardı. Tamamen doğanın ve yeşilliğin içindeydi ve evler asla doğal dokuyla uyumsuz durmuyordu. Gözü yoran hiçbir şey yoktu.
İçeri girip restoran bölümüne giderken otelin avlusundan geçtik. Yuvarlak taş bir havuzun üstünü sayısız rengarenk çiçeklerle kaplamışlardı. Restoran bölümü de otelin devasa terasından tepede doğrudan tüm Şirince manzarasını görüyordu. Gün batımında en dipte manzaraya karşı bir masaya oturduk. Çalışanlar da çok güler yüzlüydü. Sanki otel gerçekten evleriymiş de evlerine misafir gitmişiz gibi davranıyorlardı.
Karışık meze tabağı, sıcak bir Ermeni mezesi olan topik ve şaşlık sipariş verdik. Yanında bize sarımsaklı ekmek ikram ettiler. Yemeğimizi yerken önce Sevan Nişanyan'ın en büyük kızı bize musallat olan kedileri kaçırmamız için kapağı delik bir su şişesi getirdi. Sonra Sevan Nişanyan'ın eski eşi bir anda masamıza geldi ve bizimle sohbet etmeye başladı. Ben kendisine Nişanyan'ı uzun süredir takip ettiğimi söyledim. O da kendisinin de her pazar sohbetini dinlediğini, Nişanyan'ın entelektüel anlamda kimseyle kıyaslanmayacak kadar birikimli olduğunu söyledi. Bu köyde de nereye baksa onu gördüğünü söyledi.
Bize mesleklerimizi sordu. Eşim bilgisayar mühendisi olduğunu söyleyince onu çok beğendi. Zaten kendi oğlu da bilgisayar mühendisliği okuyormuş. Bize afiyet olsun dedikten sonra yanımızdan ayrıldı. Biz de keyifli keyifli gün batımında yemeğimizi yedik. Kalkarken tekrar kadına selam vermek için oturdukları masaya gittik. Kadın bize istersek istediğimiz gibi oteli gezebileceğimizi söyledi. "Gidin havuzumuzu, evlerimizi görün" dedi. Biz de çok teşekkür ettik.
Sonra ben dalgınlıkla kadına Allaha ısmarladık derken "Görüşmek üzere Mine Hanım" dedim. Halbuki kadının adı Müjde'ydi. Bence kadın bana baya kıl oldu çünkü hem kaç kere kafasına bok fırlatan kocasını çok sevdiğimi söyledim, hem avukatım dedim hem de kadının adını yanlış söyledim. Bence eşimin nurlu yüzünün hürmetine oteli gezmemize müsaade etti. Zaten kalkarken masadakilere "Bu çocuk da bizim oğlan gibi bilgisayarcıymış" dediğini duyduk.
Otelin içinde uzun uzun dolaştık. Her yerinden ayrı etkilendik. Tüm kaldırımlar el işçiliğiyle taştan yapılmıştı. Odalara gitmek için dağda bu taşlı yollardan yukarı tırmanarak restore ettikleri eski köy evlerine varılıyordu. Yollardan yürürken taşların altından zaman zaman sular akıyordu. Hiçbir odanın manzarası birbirini kapatmıyordu. Havuz da aynı evler gibi doğanın içinde gizlenmiş gibiydi. Dağın içerisinde ufak bir uçurumun kıyısında gibi duruyordu.
Ayrıca içeri inşa ettikleri bir kule bile vardı. Bu kulenin tepesine de çıktık. Kulenin tepesinden de tüm Şirince'nin manzarası gözüküyordu. Kulenin ismini de "Hodri Meydan Kulesi" koymuşlardı. Otelle ilgili her detayın üzerinde bir salyangoz simgesi vardı. Otelden ayrıldığımızda yol kenarında bu salyangoz simgesinin olduğu bir çeşme gördük. Çeşmenin üstünde "Kamyon devrildi yardan, bu çeşme oldu nişan" yazıyordu. Otelin inşası esnasında malzeme taşıyan bir kamyonun devrilmesi üzerine kamyonun devrildiği yere bu çeşmeyi koymuşlar.
Nişanyan Otel'den ayrılırken hava iyice kararmıştı. Son durağımız olan Efes Antik Kenti'ni görmek için yola çıktık. Efes Antik Kenti'ni gece müzesine çevirerek ışıklandırmışlardı. Gece vakti sarı ışıklarla aydınlatılmış antik kenti gezmek büyüleyiciydi. Her yerini karış karış gezdik. En son Celsus Kütüphanesi önünde fotoğraf çekinirken kütüphanenin kolonlarından biriyle de fotoğraf çekinip "Batu bu sana girsin" yazıp arkadaşımız Batu'ya gönderdik.
Böyle upuzun bir günün ardından arabaya atlayıp köyümüze geri döndük. Arabayı yine gariban eşim kullandı, ben de uyuyakalivermişim.
Yedinci Durak: Çeşme, İzmir
31 Mayıs 2024
Sabah yine kahvaltımızı odamızda yapıp bu sefer de Çeşme'ye gitmek için yola koyulduk. Kleopatra Koyu'na gidip büyülendiğimiz için Berat oraya benzer başka koylar araştırıyordu. Neticesinde Çeşme Ilıca Plajı'na gitmemize karar verdi. Arabayı plajın çok yakınına park ettik. Gittiğimiz plaj devasa bir halk plajıydı. Biz sezonun başlamasından hemen önce gittiğimiz için hiç kalabalık değildi. Yalnızca, mayıs ayında olduğumuz için bir parça rüzgarlıydı.
Sahile gidip sandalyelerimizi ve şemsiyemizi koyduk. Plaj uçsuz bucaksız kumdu. Gayet temizdi. Deniz ise çarşaf gibiydi. Rengi İzmir'de gördüğümüz öteki denizlere göre daha açık maviydi. Görüntüsü o kadar güzeldi ki sanki Çeşme'de değilmişiz de Miami'deymişiz gibi hissettiriyordu. Sandalyelerimize oturup yine birer bira açtık. Zaten ben şimdi bunları yazarken fark ediyorum. Biz Berat'la ayyaşlar gibi sürekli deniz kenarında güneşin altında demlenip durmuşuz.
Biraz denizi seyrettikten sonra sıcaklayınca denize atladık. Denizin dibi tertemiz kumdu ve oldukça sığdı. Denizin ortasına kadar yürüyünce bile su bazı yerlerde dizlerimize ya da belimize geliyordu. Hem havanın rüzgarlı olmasından hem de Ege'nin suyundan olsa gerek baya soğuktu. Yine de uzun uzun yüzdük. Birbirimizi el arabası yapıp denizin içinde ordan oraya hoplayıp zıpladık. Denizden hevesimizi alınca eşyalarımızı toplayıp kumru yemeye gittik.
İnternetten en ünlü kumrucuyu bulmaya çalışmıştık. Araştırmalarımız sonucunda Kumrucu Hüseyin'e gitmeye karar verdik. Çeşme Çarşısı'nın içerisinde bir dükkanı vardı. Baya da ünlü bir kumrucuymuş. Dükkanın duvarlarında bir sürü gazete haberi ve birçok ünlünün fotoğrafı vardı. Kumrular söyleyip bir de yanına ayran söyledik. Sonra hapur hupur yedik. Gayet lezzetliydi. Biz yemeğimizi yerken arkamızda yaşlıca bir amca oturuyordu. Meğer Kumrucu Hüseyin'in kendisiymiş. Giderken kendisine selam verip beğenilerimizi dile getirdik. Bir hayır duasını aldık.
Çeşme'den çıkmadan bir MacroCenter görüp durduk. Yine bira ve abur cubur aldık. Su ısırınca ağıza mukavva yemişsin hissi bırakan karabuğday patlaklarından aldık. Berat tuhaf bir şekilde böyle tadı hiçbir şeye benzemeyen gıdaları katır kutur kemirmeyi çok seviyor.
Geçen sefer Kleopatra plajını o kadar beğenmiştik ki gitmeden bir kez daha orada da denize girmek istedik. Tekrar Kleopatra plajına gittik. Bu sefer öteki güne göre daha soğuk ve dalgalıydı. Yine de çok güzeldi. Biraz da burada yüzdük. Bu plaj tamamen bakir olduğu için ne bir duş vardı ne de temiz su vardı. Bu yüzden denizden çıkınca birbirimizi marketten aldığımız 19 litrelik sularla yıkadık.
Buraya kadar gelmişken Alaçatı'nın çarşısını görmeden gitmenin doğru olmayacağına kanaat getirdik. Böylece Kleopatra plajından sonra bir de Alaçatı Çarşısı'na uğradık. Bugün çok az yemişiz gibi bir de gidip orada pizza yedik. Bir Margarita söyleyip paylaştık. Açıkçası tadı fena değildi ama gereksiz pahalıydı.
Çarşıda baya bir yürüdük. Sokakları dolaştık. Biz Alaçatı'nın Çarşısı'nı çok beğenmedik. Aslında çarşının mimarisi ve sokakları çok güzeldi. Ama hem çok pahalıydı hem de insanlar biraz gösteriş için gelmiş gibilerdi. Ortam biraz kasıntıydı. Sokakları dolaşıp arabamıza bindik. Foça'ya doğru yola çıktık. Gece çok geç saatlerde Foça'da tuttuğumuz Airbnb'ye vardık.
Sekizinci Durak: Foça, İzmir
1 Haziran
Sabah yeni Airbnb'mize uyandık. Airbnb'nin içi Karapınar'daki Airbnb'ye göre çok daha bakımlı ve lükstü. Kocaman bir mutfağı ve bir sürü odası vardı. Kahverengi tonlarında ve çoğunluğu hasır malzemelerle döşenmişti. Ev yazlık bir sitenin içerisindeydi. Eski Foça'ya arabayla on - on beş dakikalık bir mesafedeydi. Sabah doğrudan Eski Foça'ya gittik. Çok minik ve tatlı bir balıkçı kasabasıydı.
Çarşısında biraz dolaşıp denize girebileceğimiz temiz bir plaj aradık. Eski Foça'daki plaj hem çok kalabalıktı hem de çok küçüktü. O yüzden orada denize girmemeye karar verdik. Çarşıda plaja yakın kısımda yürürken midyeci bir dayıya denk geldik. "Midyelerim sıcacık gelin yiyin" dedi. Zaten Foça'nın midyesi meşhurmuş. On tane aldık. Deniz kenarında küçük bir hastane vardı. Önü gölgelikti. Çöktük önündeki kaldırıma, sabah kahvaltısı olarak dayıdan aldığımız midyeleri yedik.
Sonra çarşının içinde biraz daha dolaşmaya devam ettik. Burada da sahilde eski Rum evleri vardı. İnsanlar sevecen gözüküyordu. Yan yana dizilmiş bir sürü balık lokantası, midyeci, dondurmacı, hediyelik eşya satan dükkanlar vardı. Bazı ihtiyarlar denizin kenarında bisikletleriyle dolaşıyordu. Bütün sahil yolunu boylu boyunca yürüdük. Sahili bitirip çarşının iç kısmına girince köşede hayır lokması dağıtıldığını gördüm. Berat'a hemen "Yürü, bedava lokma buldum." dedim. Ben daha önce de Ege'de insanların doğumda, ölümde veya önemli olaylarda hayır lokması dağıttığını duymuştum ama hiç denk gelmemiştim. Keşke Ankara'da böyle bir gelenek olsa. Lokmamızı yedikten sonra bir de Foça'da ünlü olan sakız dondurmasından alıp üzerine de onu yedik.
Yediklerimizi yakmanın zamanının geldiğine karar verince önce eve uğrayıp eşyalarımızı aldık, sonra da denize gitmek için yola koyulduk. İnternette birçok koy ve plaj olduğunu görmüştük ama hep Foça'nın denizinin biraz taşlık olduğu yazılıydı. Baktığımız plajlardan Saklı Cennet Plajı'na gitmeye karar verdik. Plaja yolun kenarına arabayı park edip taşlı toprak ve engebeli bir orman arazisinden aşağı yürüyerek varılıyordu. Üstümüzü arabada değiştirip sırtımıza şemsiyemizi, sandalyelerimizi ve yiyeceklerimizi yüklenip o engebeli yoldan aşağı kaya kaya yürüdük.
Sonunda bir şekilde plaja vardık. Çeşme, Karaburun ve Alaçatı'daki plajlara göre biraz daha kalabalıktı. Gerçi hava da bu plajlara gittiğimiz günlere kıyasla daha sıcaktı. Yine her zamanki gibi önce sandalyelerimize oturup biraz denizi, biraz insanları seyrettik. Canımız sıkılınca denize girdik. Denizin suyu aslında güzeldi. Sıcaklığı öteki taraflara göre daha yüksekti. Ama bizim binbir taşı kayayı aşarak indiğimiz koya bir sürü tekne de denizden gelip park etmişti. Tekneler pisliklerini bu koya mı bırakıyordu emin olamadık ama suyun dokusu yer yer biraz yağlıydı. O yüzden kafamızı sokarken biraz tiksindik. Suda da denize girdiğimiz öteki yerlerdeki gibi uzunca süre durmadık. Ben aslında koyun öteki tarafını göreceğimiz bir mesafeye kadar yüzmek istedim ama Berat boklu derede yüzüyormuşuz gibi korkuttu beni. Az daha yüzüp sudan çıktık. Eşyalarımızı toparlayıp evimize geri döndük.
Evde duşumuzu alıp akşam yemeği için hazırlandıktan sonra çarşıda rakı içip balık yemek için yola çıktık. Zaten İzmir'de geçirdiğimiz bu kısa zamanda Ege kafasının müptelası olduk. Berat'ı yazlık almaya da ikna edersem bu iş tamam. Tüm yaz sabahtan akşama kadar deniz, akşamdan sabaha kadar rakı balık.
Çarşıda gezerken öncesinde AHESTE Volkan'ın Yeri diye bir balıkçı görmüştük. İnternette de mezelerinin çok güzel olduğu yazılıydı. Hem de kendi rakını kendin götürebiliyordun. Daha ne olsun diyip önce gidip Kulüp rakımızı aldık. Galiba Atatürk'ün rakısıymış, ben daha önce hiç içmemiştim. Gayet güzel ve hız sarhoş edenlerdendi.
Volkan'ın Yeri hep anlatılan Ege kasabalarındaki şalaş meyhanelerdendi. Volkan otuz beş yaşlarında genç sayılabilecek bir adamdı. Biz gittiğimizde tezgahta içerdeki kalabalık gruba meze hazırlıyordu. Tek başına çalıştığı için bizi biraz bekletti. Sıramız gelince bize tezgahtaki mezeleri teker teker anlattı. Çoğu meze kendi spesiyaliydi. Çok babacan ve samimi bir tavrı vardı. Mezeleri anlatırken söze "kankacım bak bunun içinde şunlar şunlar var" diye başlıyordu.
Volkan'ın spesiyallerinden pırasalı, köz patlıcanlı, pancarlı, peynirli, domatesli mezeler sipariş ettik. Ayrıca, bir tabak kalamar ve bir de yine kendi spesiyali olan tütsü somonlu yoğurtlu böreğinden yedik. Yanında rakımızı içip keyifli keyifli sohbet ettik. Saat biraz ilerleyince Volkan da arka masaya oturdu, o da demlenmeye başladı. Yemeğimizi yiyip, rakımızı içip üzerine bir de çay içtikten sonra Volkan'ın Yeri'nden kalktık. Böylece son günümüzü de benim yeşil gözlü yarimle çok keyifli bir şekilde geçirmiş olduk.
Eve Dönüş: Akhisar - Ankara
2 Haziran 2024
Bugün Ankara'ya dönüş günümüzdü. Ben öncesinde yemek tariflerini severek takip ettiğim bir kadının hesabında Akhisar'ın yemeklerinin çok güzel olduğunu okumuştum. Kadın bir sürü de yer önermişti. Foça, Akhisar'a bir saatlik mesafedeydi. Eğer Manisa'ya gidip oradan Ankara'ya devam edersek yolumuz biraz uzayacaktı ama olsun, paça çorbası işin değerdi. Berat'ı da yoldan çıkardım.
Akhisar'a varınca önce Fırına Börek isimli börekçiye uğradık. Ben el açması börek sattıklarını okumuştum. Bir heyecanla kapısına park ettik ama kapalıydı. Az sonra dükkanın sahibi kadın dışarı çıktı. Ta İzmir'den börek yemek için geldiğimizi söyledik ama kadın "Erken gelecektiniz, keşke arasaydınız. Elimde hiç kalmadı, zaten ben de çıkıyorum" dedi. Aslında elinde bir torba vardı ve bence onun içi ful börek doluydu. Bari bir dilim verseydi de tadına baksaydık ya. Duyduğuma göre tereyağlıymış bir de. Şimdi bile o yiyemediğim böreği canım çekti valla.
Börekçide umduğumuzu bulamayınca paça çorbası içmek için Paçacı Önder'e gittik. Yarımşar porsiyon söyledik. Birinin dibine ekmek dizmişlerdi ve çorbanın içerisine beyin de eklemişlerdi. Öteki diz paça çorbasıydı. İkisini de içtik. Midemiz bayram etti. Sonra hemen yakınındaki Can Köfte'de birer porsiyon da Akhisar Köfte yedik. Köftenin hem baharatı hem yağı hem de pişirilişi ayrı ayrı çok başarılıydı. Bir de üstüne yediğimiz içtiğimiz her şey Türkiye'de gerçek olamayacak kadar ucuzdu.
Köfteyi de yedikten sonra üzerine bir de katmer yiyelim dedik. Katmer için de Katmerci Naim Usta'ya gittik. Buranın katmeri biraz farklıydı. Ellerinde açtıkları hamurun içine peynir, maydanoz ve yumurta koyup saçda bol tereyağıyla pişiriyorlardı. Dükkanın önündeki masaya oturunca içerde katmerin nasıl açıldığını izleyebiliyordunuz. Biz de masaya oturup bir süre içerdeki ustanın katmeri eliyle iki dakikada incecik açışını hipnotize olarak izledik. Öncesinde de bir sürü şey tıkınıp geldiğimiz için bir porsiyon sipariş ettik. İçerideki usta bir porsiyonla doymazsınız deyince tok geldiğimizi söyledik. O da neden tok geliyorsunuz diye şakayla karışık fırçaladı bizi. Katmer de oldukça lezzetliydi. Bir de üzerine Akhisar'ın gazozu olan Dört Mevsim marka gazozdan içtik. Bu kadar şeyi üst üste yedikten sonra sıcaktan fenalaşarak Ankara'ya dönmek üzere yola çıktık.
Yolda Kula üzerinden geçerken Berat Kula ekmeğinin çok ünlü olduğunu söyledi. Kula'da durduk. Hemen bir fırın bulduk. Hem evdekilere hem de yolda yemek için kocaman dört tane ekşi mayalı Kula ekmeği aldık. Bu kadar yediğimiz yetmezmiş gibi bir de tüm yol boyu aldığımız o sıcacık ekmeği kopara kopara yedik. Afiyet bal şeker olsun yahu napalım.
Akşam saat beş civarında Ankara'ya vardık.
Recent Posts
See AllHi everyone, it’s Azra here! 🌸 I’ve always been told I’m a cute little lamb—sweet, playful, and full of life. I think it’s partly...
Comentários